İllüstrasyon: Demet Özge Aykan

[Öykü] Hi, how are you?

Akın Çetin'in kara mizah, renkli hüzünlü öyküsüne Demet Özge Aykan'ın illüstrasyonu eşlik ediyor. Öyküdeki kahramanlar, yalnızlıkla başa çıkmak için sıradışı bir yol buluyor. Kendi öykü dilini oluşturma yolundaki Akın Çetin'in hikayelerini kısa aralıklarla yayımlamayı sürdüreceğiz.
Kasım '12
İllüstrasyon: Demet Özge Aykan

Tanıdığım en yalnız insan Mümtaz’dı. Çağrı askere gidince arkadaşlarının yüzde ellilik kısmını yitirmiş oldu. Telefonu sekiz ay boyunca hiç çalmadı. Nasıl olur demeyin, ben şahidim. Çalmadı işte. Birkaç kere parazit yaptığı oldu ama o kadar. Çalmadı. Parazitin yaşattığı heyecanı tahmin edersiniz. Nasıl bir şey olduğunu anımsamak için ev telefonundan kendisini aradı. Annesini özlemişçesine dalgın, kendinden emince “Vivaldi” diye fısıldadı. Oysa zil sesi Beethoven’ın bilmem kaçıncı senfonisiydi. Bunu herkes bilirdi. Biraz dinledikten sonra kapattı. Yatağına uzandı. Birilerine mektup yazmak istediğini söyledi. “Bildiğin bir adres var mı?” diye sordum. Gözlerini kısıp uzun uzun düşündükten sonra “Yok” dedi. Yerinde doğruldu. “Ama telefon rehberinden bakabiliriz.” “Telefon rehberinde adres yazıyor mu ki?” “Yazıyor olması lazım. Filmlerde öyle.” Bunun Amerikan telefon rehberlerine has bir durum olduğunu sanırdım. “Nereden bakacağız? Bizde telefon rehberi yok ki” dedim. “Dışarıda bir yerlerde buluruz belki” dedi ama çıkmaya üşendik. Bana yazmak istediğini belirtti. Beni böyle sikik şeylerle uğraştırmamasını söyledim. “Ne istiyorsan anlat, buradayım ama yazma” dedim. Biraz anlatınca duruldu. İki gün sonra bir şeyler karalarken buldum onu. Mektup yazıyordu. Adres bulduğunu düşünüp sevindim. Postaneye birlikte gittik. On kadar mektup gönderdik. Hepsi de bulunduğumuz şehirdeydi. Hiç birine yanıt gelmedi. Meğerse adresler uydurmaymış. Bildiği bir adrese yazmasının daha iyi olacağını söyledim. “Telefon rehberi” dedi. Hala bir telefon rehberi almamıştık. En kısa zamanda alacağıma dair söz verdim. Açıkça bildiği bir adres yok mu diye sordum. Bir tane varmış. Ona yazmasını söyledim. Ertesi gün belediye mezarlığına mektup göndermiş. Annesine yazdığı, Fatiha’yla biten bir mektup. Onu alıp sahilde bir yere yemek yemeye götürdüm. Garson kız hoşuna gitmiş olacak ki bir sosyal yardım kuruluşu adına satılan renkli yara bantlarından beş kutu almak istedi. Aldık. Kıza üzerinde adresimizin bulunduğu bir de mektup bıraktık. Oracıkta duruyordu. Müşterilere sosyal yardım kuruluşundan söz edip yara bandı satmaya çalışıyordu. “Hadi, git konuş onunla” dedim. Sandalyesinde doğrulup başını hızlıca titretti. Israrcı olmadım.

Eve döndüğümüzde yazmaya devam etmesinin iyi olacağını söyledim. Ertesi gün günlük tutmaya başladı. Kelimeler defterden taşınca ona bir mail hesabı hediye ettim. Temel şeyleri gösterdim. Buraya yazarsın ve gönderirsin ya da kaydedersin. Göndermek için önce bir adres gerekliydi. Ah, adres! Ona bir an için kendi adresimi vermeyi düşündüm. Ondan nefret etmek istemediğim için vazgeçtim. Sonra kalbinden gelip aklından geçip parmaklarından dökülen şeylerin nefret edilesi şeyler olamayacağını anladım. Ekrandaki sayfaya meraklıca bakıp anlamaya çalışıyordu. Anlatırken ekrana yapışan tükürüğüm parladı. Öne doğru eğilip o parlaklığa dikkatlice baktı ve parmağının ucuyla sildi. Gözlerim nasıl yandıysa banyoya zor attım kendimi. Yazdıkları nefret edilesi şeyler olamaz diye ağladım durdum. Seviyordum onu, nefret de neydi, nereden çıkmıştı? Geri dönüp temel şeyleri anlatmaya devam ettim. Birkaç yere de üye yaptım Mümtaz’ı. Böylece olur olmadık yerlerden elektronik postalar alabilecekti. Bir süre sonra almaya başladı da. Onlara yanıt veriyordu ama doğal olarak yanıt gelmiyordu. Sonunda dayanamayıp Facebook’a üye yaptım onu. Hiç tanımadığı insanlara arkadaşlık teklifi gönderdi. Kabul edip bir şeyler yazanlar oluyordu ama sohbete dönüşmüyordu yazışma. Nereden tanıştıklarını, nereli ve kim olduğunu soruyorlardı, o kadar. Birkaç şey daha belki. Sonra siliyorlardı. Silmeseler bile bir daha herhangi bir şey yazmıyorlardı.

Birkaç gün sonra akşam yemeğinde birisiyle yazışmaya başladığını söyledi Mümtaz. Soru sormadım. Görmeden inanmayacağımı söyledim. Gösterdi. “Hi, how are you?” diye gelen bir spam’e yanıt vermiş. “İyiyim, sen nasılsın?” gibisinden bir yanıt değil. Kısaca bir şeylerden söz etmiş işte. Okumadım, göz ucuyla bakıp geçtim sadece. Bizimki Türkçe yanıt verince sohbet başlamış. Meğerse postayı gönderen kişi de bir Türk’müş ve kendisini çok yalnız hissettiği için böyle bir şey yapmaya karar vermiş.

Bir hafta kadar sonra Mümtaz karşıma çıkıp yakında buluşacaklarını söyledi. Emin mi diye sordum. Çünkü karşısındaki organ mafyası adına çalışan bir manyak da olabilirdi, eğlence peşinde koşturan bir ergen de. Kendisini çok yalnız hisseden bu kızla buluşması gerektiğini düşündüğünü söyledi. “Düşünme işini bana bırak” dedim. Biraz düşündüm ve onunla gelmek şartıyla onayladım. Kıza görünmeyecektim tabii. Uzaktan seyredecektim sadece. Anlaştık. Sözleştikleri gün oradaydım. Bir pastaneye gittiler. Peşlerinden girip onları rahatlıkla görebileceğim bir yere oturdum. Oturduğum yerden kız güzel görünüyordu. Mümtaz’ın oturduğu yerden nasıl göründüğünü bilmiyordum ama. Bana göre güzel ve heyecanlıydı kız. Gözlerini kocaman açarak dinliyor, gülümseyerek bir şeyler anlatıyordu. Garson siparişleri alıp uzaklaştı. Bir kahve, çay ve sütlaçla geri döndü. Kahveyi kıza, çayla sütlacı Mümtaz’ın önüne koydu. Şaşırmadım. Çocuğu manipule etmemek için pek bir şeyler anlatmamıştım ama yine de bazı taktikler verse miydim diye düşündüm. Sohbet ilerledikçe kızın suratı düştü. Gittikçe duruldu. Hesabı ödemek için kavgaya tutuştular. Kazanan bizimkisi oldu.

Arada bir birbirlerine bakarak ve çok az konuşarak yürüdüler. Kalabalıkta aralarından birilerinin geçtiği, ayrılıp tekrar bir araya geldikleri oldu. Bir ara birbirlerini kaybettiklerini sandılar, sonra yeniden buldular. İlerledikleri yol sebebiyle otobüs durağına gittiklerini sanıyordum. Köprünün üzerindeyken bizimkisi birden durup bir şeyler söyledi. Sadece sonunda dudaklarının “Görüşürüz” diye kıpırdadığını anlayabildim. El sıkışıp birbirlerine zıt yönlerde ilerlediler.

Dönüş yolunda Mümtaz’a neler olduğunu sordum ama pek anlatmak istemedi. Ben de ısrar etmedim. Sessizce yürüdük, sessizce otobüsteki yerlerimize oturduk, yol boyunca hiç konuşmadık. Birkaç saat sonra söylediği ilk şey “Canım makarna istiyor” oldu. Ben de makarna yaptım. Yerken aniden bir şey olmuş gibi yerinden fırlayıp bilgisayarın başına gitti. Birisine, sanırım kıza, bir şeyler yazıp gönderdi. Bir saat bekledi, yanıt gelmedi. On saat bekledi, yanıt gelmedi. Yüz saat, bin saat. Yanıt gelmedi.

[sws_divider_line] ✪