Wenders bu tanışıklığı, üzerinden geçen 20 küsür yıl sonra şöyle anlatır: “Fotoğrafı kimin çektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama büyük bir fotoğrafçı ve maceracı olması gerektiğini düşünmüştüm. Salgado hakkında tek bildiğim onun insanlarla gerçekten ilgilendiğiydi ve bu benim için çok şey ifade eder.”
Türkiye’de ilk kez 34. İstanbul FilmFestivali’nde seyirciyle buluşan ve bu sene Başka Sinema salonlarında da gösterilen Toprağın Tuzu, Brezilya’lı fotoğraf sanatçısı Sebastiao Salgado’nun hayatına samimi bir bakış niteliği taşıyor. Dünyanın birçok yerinde savaşları, toplu göçleri uluslar arası sorunları objektifine yansıtan sanatçı, bu sefer oğlu Juliano ve Wim Wenders’ın objektifine takılıyor. Filmin yönetmenliğini üstelenen ikili (Juliano Ribeiro Salgado ve Wim Wenders), Salgado’yu yeniden keşfedecekleri bir yolculuğa çıkıyor.
Babasının (Sebastiao Salagado) fotoğraf seyahatleri sebebiyle, çocukluğunu O’ndan uzak geçiren ve O’nu bir süper kahraman olarak gören Juliano, askeri diktatörlükten sonra Brezilya’dan Paris’e göçen ailesinin hikâyesini merak eder ve bu merakını perdeye taşır. Salgado, Wenders’ın da belgesele katılmasını ister. Üçüncü bir göz olarak fotoğraf yolculuğuna davet edilen Wenders, kendisinin neden Salgado’dan bu kadar etkilendiğini bulacağı için çok mutludur. Wenders, bir fotoğrafçıdan daha fazlasını keşfedeceğine neredeyse emindir.
Eşi Lelia ile Paris’e göçmek zorunda kalan Salgado, uluslararası kuruluşlarda ekonomist olarak çalışmaya başlar. Sık sık iş seyahatlerine gider ve yanında Lelia’nın fotoğraf makinesini götürür. İlk fotoğraflarını bu seyahatler sırasında ve özellikle Afrika’da çeker. Fotoğraf kareleri biriktikçe karar zamanı da gelip çatar. Salgado ve Lelia işlerini bırakıp, fotoğraf çekmeye karar verir. Titizlikle araştırdıkları ilk projeleri Öteki Amerikalılar (Others American), 1977’de başlar. Latin Amerika’nın en uç noktalarına kadar uzanan proje 8 yıl sürer. Salgado, kendi kıtası Latin Amerika’da birçok çelişkiye tanık olur. Onlardan birini şöyle anlatır: “Güney Ekvador’da yaşayan Kızılderili Saraguroslar oldukça muhafazakâr ve oldukça iyi alkol içicileri… Topluluğun önemli bir kısmı sarhoş geziyor.”
İkinci durak Afrika’yı boydan boya geçen Sahel’dir (1984-1986). İki yıl boyunca kaldığı bu coğrafyayla ilgili göstermek istediği bir şey vardır ve o şeyi şöyle tanımlar: “Sadece doğal felaketlerin sebep olmadığı yoksulluk…” Sahel’de birçok acı ve imkânsızlıkla tanışır Salgado, can veren her bir insanı çok derininde duyar ve “Her insan öldüğünde dünyanın da bir parçası ölür” der.
NEREYE GİTTİĞİNİ BİLEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ
Sahel’de çektiği fotoğrafların birinde, Etiyopya’dan Sudan’a geçen 9-10 yaşlarında bir çocuğun kararlılığını hissettirir Salgado. Üzerine bir gömlekten artanları giyen ve elinde bir gitarla yürüyen bu çocuk, nereye gittiğini biliyor.
“Dünyayı inşa eden kadın ve erkeklere bir çeşit saygı gösterisi” cümlesiyle başlar “İşçiler (Employees)” projesi. Salgado, bu sefer sanayi çağının röntgenini çeker. Tabii ki Lelia’nın yönlendirmeleri ve araştırmalarının da katkısıyla. Proje boyunca dünyanın birçok yerinde işçilerle birlikte yaşar. Onlarla aynı hayatı paylaşır. Bazen Sicilya’daki bir balıkçı gemisinde bazense Rusya’da bir dökümhanede geçer günleri.
Birinci Körfez Savaşı sırasında Saddam tarafından ateşe verilen petrol kuyularına gider Salgado. Ateşe verilmiş 500 kuyunun dumanı gerçeklikten kopuk manzaralar yaratır. “Sanki bir tiyatro sahnesiydi” der, gün ışığının bile geçmediği 7/24 süren karanlığı anlatırken. İtfaiyecilerin çalışma koşullarına şahit olur ve hatta burada her gün bir itfaiye aracı yıkamak gibi bir işi de vardır. Petrol kuyularındaki patlamaları bir prime sesine benzetir ve daha sonra artacak olan ilk duyma kaybı burada başlar.
Dünyanın güncel sorunları üzerine kafa yormaya devam eden Lelia ve Salgado bu sefer “Göç” (Exodes) projesini başlatır. Salgado, 1993-1999 yılları arasında dünyanın çeşitli yerlerinde göç ve savaşı fotoğraflar. Ekran Ruanda’dan alabildiğine kaçan insan fotoğraflarıyla kaplanır. Salgado, fotoğrafın tam ortasına girer ve seyircinin gözünün içine bakarak Ruanda günlerini anlatır.
NEREDEYSE TÜM GEZEGEN MÜLTECİ ÇADIRLARIYLA KAPLI
Kolera’dan ölen binlerce insan ve vinçle kaldıran cesetler… Bu görüntüden sonra insan türünün korkunçluğu iyiden iyeye vurur Salgado’nun yüzüne. Neredeyse tüm gezegenin mülteci çadırlarıyla kaplı olduğu devasa bir fotoğrafla baş başadır. 250 bin kişinin ayrıldığı Ruanda’ya, yalnızca 40 bin kişi geri döner. 210 bin insan ise hala kayıptır. Bu O’nun son sosyal yolculuğu olur. Ruanda’dan ayrılırken hastalanır, fakat bu bulaşıcı bir hastalık değildir. Salgado’nun ruhu hastalanmıştır.
DİKTATÖRLÜKTEN SONRA YENİDEN BREZİLYA
Askeri diktatörlük kalktığında Lelia, Juliano ve Rodrigo (çiftin en küçük çocuğu) ile Brezilya’ya uçar. Uçakta yaşanan bir an Juliano’yu çok etkiler. Bir adam uçağın panjuru açar ve sevinçle şöyle der: “Brezilya’nın üstünden uçuyoruz.” Ailesinin ardından Salgado’da Brezilya’ya gider ve doğup büyüdüğü bu coğrafyayı daha yakından görmek ister. Kız kardeşi ona bir araba verir ve böylece başlar kendi ülkesindeki fotoğraf yolculuğuna… 6 ay boyunca Brezilya’nın Kuzeydoğusunu gezer. Topraksız köylülerle buluşur, sorunun çözümü için çaba gösterir. Brezilya’nın topraksız köylülerini şöyle anlatır: “Onlar gıda yetersizliğine rağmen müthiş bir etik gücü ve fiziksel güce sahiptir.”
Her şey değişmiştir artık, öyle ki genç bıraktığı ailesi artık yaşlıdır. Çocukluğunda gitmekten haz aldığı uçsuz bucaksız yeşilliklere uzanan çiftlik ise artık çorak bir araziden başka bir değildir. İlk fotoğrafını bu çiftlikte çeken -sadece gözlerini kullanarak- Salgado, çocukluk ilhamını diri tutmak için çabalar. Onca yıla rağmen belleğindeki uçsuz bucaksız doğa manzarası, imgesini ve biraz soluklaşsa da ışığını korur. Lelia, ışığın açısını biraz değiştirir ve yepyeni bir fikirle Salgado’nun karşına çıkar: Çiftliği de içine alan 600 hektarlık arazi yeniden yeşillendirilecektir.
Fikrin yaratıcısı olan Lelia, her gece bitkilerin kök salıp salmadığını düşünmekten bitkin düşer. İlk ekimin yüzde 60’ı kaybedilse de zamanla çok iyi sonuçlar alınır. Lelia’nın fikriyle başlayan ve bugün Terre Enstitüsü olarak adlandırılan bu hareket, zaman içerisinde bir milli parka dönüşür.
Arazi yeşerdikçe Salgado’nun ruhu da iyileşir ve doğayla ilgili bir proje yapmaya karar verirler. Yeni temalarına damga vuran iki sözcük, gezene saygı ve keşif olur.
BİR İGUANANIN AYAĞINDAN BİR ORTAÇAĞ İŞÇİSİNE
Pek çok arkadaşı, toplumsal bir sanatçının doğa fotoğrafı çekmesini doğru bulmaz ve Salgado’ya bu projeyi durmasını söyler. Gezegenin izini sürmekte kararlı olan Salgado bu eleştirilere kulak asmaz ve geçmişten getirdiği bakış açısını doğa fotoğraflarına da yansıtır. Öyle ki bir iguananın ayağındaki detaya bakarken, Orta Çağ’da yaşayan bir işçinin elini görmekten kendini alamaz. Doğayı fotoğrafladığı sırada, pek çok yeni canlıyla tanışır: Arkadaş canlısı balinalardan, Darwin görmüş kaplumbağalara kadar uzanan bir liste… 8 yıl boyunca gördüğü sayısız canlıdan sonra şunu anlar Salgado, “Ben de bir kaplumbağa, bir ağaç ya da bir taş gibi çok doğaldım.”
Salgado’nun 40 yıllık fotoğraf hayatını ve dünya yolculuğunu konu edinen Toprağın Tuzu, aynı zamanda bir baba-oğul ilişkisine de ışık tutuyor. Bir fotoğraf yolculuğunda buluşan baba-oğul (Salgado ve Juliano) birbirlerinin çok daha farklı yanlarını keşfediyor. Filmin başında, bir fotoğrafçıdan daha fazlasını keşfedeceğine neredeyse emin olan Wenders ise hiç kuşkusuz ki yanılmıyor. ✪