“Yangın olur biz yangına gideriz, düz ovada keklik gibi seker, yokuşlarda şahin gibi uçarız” naralarıyla İstanbul sokaklarında nam salmıştır bir zamanların tulumbacıları şimdilerin itfaiyecileri. Hatta türküsü dahi vardır bu sözlerin. İstanbul’un fethinden, 1509 yılında yaşanan zelzeleye kadar olan dönemde İstanbul’da ikametgah edenlerin evleri hem taş evler olsun hem de ahşaptan yapılmış evler olsun çeşitlilik gösterirmiş. Şimdilerde sayıları gitgide azalan cumbalı evler, o dönemde bolca rastlanırmış.
Bizans yaşamından İstanbul’un fethine kadarki dönemde şehrin mimarisinde ızgara tarzı yapılaşma söz konusu iken, Osmanlıların şehri ele geçirmesi ve şehre yaşanan göçlerle birlikte, İstanbul çıkmaz sokaklarla tanışmaya başlamış. Bu durum şehirde çıkan yangınların ağır geçmesine hem de yangın mahalline ulaşabilirliğe engel oluştururdu. Şehir hikayelerinde bahsi geçer bahçesinde patlıcan közlerken sıçrayan kıvılcımların çıkardığı yangınlar. Daracık İstanbul sokakları, peşin sıra sıralanmış ahşap konaklar yangınların en büyük besleyici unsurları arasında yer almaya başlamış. Boğaz çevresindeki semtler esen sert rüzgarların azizliğine uğramaktan kendini alıkoyamazlarmış. Çıkan yangın esen rüzgarlarla birlikte bir konaktan diğer konağa sıçraya sıçraya tüm mahalleyi ablukaya almaktan usanmaz, mahalleli çıkan yangınları söndürmekten yaka silkerlermiş.
Padişah üçüncü Murat tarafından 1579 yılında İstanbul kadısına hitaben yazılan bir fermanda, ahalinin evlerinin çatısında, ulaşabilecekleri uzunlukta bir merdiven ve içi su dolu bir fıçı bulundurulması salık verilmiş ve böylece önlemler alınmaya başlamış.
Yeniçeri tulumbacıları
İlk yangın söndürme adına bir araya gelenlerin “Yeniçeri Tulumbacı Ocağı” olduğunu kaynaklardan okuruz. İstanbul’da çıkan yangınların zamanla korkulu rüyası olmuş tulumbacılar. Kendilerine özgü kıyafetleri, kabadayı tavırları ile halk arasında özel bir figür halini alan tulumbacılar, kullandıkları deyimleri ve kelimeleri ile kendi üsluplarını yaratmışlar şehirde.
Çevreye hakim yerlerde bulunan yangın gözetleme kuleleri de yaramamıştır işe. Galata kulesi 18. yüzyıldan sonra artan İstanbul yangınlarıyla baş edebilmek için yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmış, ama ne yazıktır ki Kule 1794 senesinde yanmaktan kurtulamamıştır. Nöbet katı, işaret katı, sancak katı olmak üzere üç bölümden oluşan Beyazıt Yangın Kulesi, çıkan yangınları haber vermek amacıyla 1749 yılında 85 metre yüksekliğinde ve ahşap olarak inşa edilmiş. Yangın, Beyazıt Kulesinden gündüz sarkıtılan sepetlerle, gece ise fener yakılarak haber verilirmiş.
İkinci Mahmud tarafından 1826 yılında Yeniçeri ocağı dağıtılınca yerine yangınlarla başa çıkabilmek amacıyla mahalle tulumbacıları oluşturulmaya başlanmış. 1872 yılında Askeri İtfaiye Teşkilatı ve 1923 yılında günümüzdeki Cumhuriyet itfaiyesinin kurulmasıyla günümüz tulumbacılarının temelleri atılmış.
Peyami Safa’dan yangın hikayesi:
Odanın içinde bir yanık kokusu. Hemen anlar kadın.
“Yusuf, kalk, kalk. Yanıyoruz.” Hemen fırlar kadın.
“Şamdan nerede, şamdan?” Mumu yakar.
Oda kapısını açmasıyla kapaması bir olur. Dışarıdan içeriye öyle bir duman saldırır ki, gözlerinin içi yanan kadın “ayy” diye bağırır ve aksırmaya başlar. “Yanıyoruz. Alt kat da tutuştu. Kalkın çocuklar.” Fakat nereye kaçacaklar? Üçüncü kat.
“Yusuf, Yusuf” Adam şaşkın. Sanki direk. Odanın ortasına saplanmış duruyor. “Zehra, baba, çocuklar.”
Kadın bir daha kapıya koşuyor. Fakat gene açmasıyla kapaması bir oluyor.
Bu sefer merdivende alev görüyor ve pencereye koşup avazı çıktığı kadar bağırıyor. Komşular uyanıyorlar. Sokakta bir gürültü kopuyor. Her pencereden bir çığlık, aşağıda komşular.
“Cayır cayır yanacağız, imdat !..” diye bağırıyor kadın. Yalnız karşıki evde, üst kat pencerelerden ona seslenen Koltukçu İbrahim Efendi: “Eda Hanım diyor, sık dişini, şimdi itfaiye gelecek. Çarşaf tutarlar, atlarsınız. korkma, gelecek itfaiye.” Kadın çılgına döner. Babuş ağlar, bağırır. Yusuf’la Zehra’da ses yok. İkisi de put. Eda Hanım bir kapıya, bir pencereye koşar. Sonra kocasının yanına yürür: “Yusuf. Sersem !.. Yaktın bizi. Kim bilir şamdanı nasıl tuttun ? Perde mi tutuştu. Ne oldu ? Yanıyoruz. Hep birden yanacağız şimdi, cayır cayır.”
Yusuf, kalbi de var onun; elini göğsüne götürüyor. Nefes alamıyormuş gibi bir hali var. Sokakta gürültü, telaş, kıyamet. Odanın içini korkunç bir sıcaklık kaplıyor. Duman doluyor içeriye. Şimdi tutuşacaklar. Artık gözlerini açamaz oluyorlar. Babuş’un sesi de kesiliyor. Boğuldu mu oğlan? “Evladım, evladım.”
Eda Hanım gözlerinin içi yanarak, elinde şamdan, çocuğa doğru koşarken mum sönüyor. Zifiri karanlık. Alt kattan ve merdivenden çatırtılar geliyor. Tutuşan tahtaların çatırtısı. Eda Hanım bayılmak üzereyken itfaiyenin çanlarını duyuyor ve pencereye koşuyor.
“Çabuk, a dostlar, çabuk, yanıyoruz, kül olacağız şimdi.” Aşağıdan ona bağırıyorlar. Fakat ne söylediklerini anlamıyor. Eğilip bakıyor. Orta katın pencerelerinden alevler fışkırmakta. Gene haykırıyor, haykırıyor. Koltukçu İbrahim Efendi’nin sesi ona: “Korkma, çarşaf geriyoruz. Önce çocuklar, sonra siz.” diyor. “Kim o? Kimsin sen?” “Biz itfaiye. Korkma hanım, önce çocuklar atlasın. Haydi çabuk.”
Eda Hanım, yanıbaşına kadar gelen Babuş’u kapıyor, pencereden aşağı fırlatıyor. Gene aynı ses : “Tamam, kurtuldu o, şimdi öteki.” Arkasından Zehra Hanım atlıyor. Sonra Eda Hanım, fakat çarşafın üstüne düşer düşmez bayılıyor.
Futuristika notu: Görseller yazarın arşivinden alınmıştır, orada burada kullanmadan önce izin almanız modern dünya adına uygun olur. Tophane’den mahalle arkadaşlarımız var bilginiz olsun… ✪