Bahçedeki gidonları kromajlı pırpır da neyin nesi?

Bir delikanlı vardı. Adı Karamanlis'ti. Ya da onun gibi bir şeydi: Karawo? Karabaş? Karafol? Neyse, lafı uzatmayalım, adı Karabişi'ydi. Her halükârda öyle pek sıradan olmayan, bir şeyler çağrıştıran, kolay kolay unutulmayacak bir adı vardı.
Haziran '10

Georges Perec
Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?
Özgün adı: Quel petit vélo à guidon chromé au fond de la cour?
Metis Edebiyat
Çeviri: Cemal Yardımcı
Yayına Hazırlayan: Savaş Kılıç
Kapak İllüstrasyonu: Emine Bora
İlk Basım: Haziran 2010

Bir delikanlı vardı. Adı Karamanlis’ti. Ya da onun gibi bir şeydi: Karawo? Karabaş? Karafol? Neyse, lafı uzatmayalım, adı Karabişi’ydi. Her halükârda öyle pek sıradan olmayan, bir şeyler çağrıştıran, kolay kolay unutulmayacak bir adı vardı.

Paris ekolünden bir Ermeni eseri miydi, bir Bulgar güreşçi mi, Makedon usulü çoban salata mı, her ne idiyse, bir Balkanlı, bir Yoğurtyiyici, bir Slavofil ya da bir Türk, oralardan biriydi.

Ama o sıralar, on dört aydır, Vincennes’de bir levazım alayında er olarak askerliğini yapıyordu.

Üstelik ahbapları arasında bizim kafadarlardan biri, hem de Henri Pollak’ın ta kendisi vardı. Henri Pollak Cezayir’de ve denizaşırı sömürgelerde görev yapmaktan muaf (acıklı hikâyesi sayesinde: körpecik çağında yetim kalmış, masum bir mağdur olmuş, zavallı yavrucak daha on dört haftalıkken büyük şehrin sokaklarına atılmıştı), evet böyle işlerden muaf bir çavuştu ve ikili bir hayat sürdürürdü: Gündüzleri gün ışığında çavuşsal işleriyle uğraşır, insanları angaryaya doyurur ve hela kapılarına içinden ok geçen kalpler, askerliğe ısındırıcı sloganlar çiziktirirdi. Ama saat on sekiz otuzu çalar çalmaz pata pata giden (gidonları kromajlı) bir pırpıra atladığı gibi, kuş olur memleketi Montparnasse’a uçar (memleketi, çünkü Montparnasse’ta doğmuştu), soluğu orda alırdı. Oraya, sevdiceğinin, kaldığı odasının, biz kafadarlarının ve sevgili kitaplarının yanına vardığında şen şakrak bir gence dönüşür, kırmızı çizgili yeşil bir kazak, buruş buruş bir pantolon, şeytana pabucunu ters giydirecek bir pabuçla sade ama düzgün bir kılığa bürünüp biz kafadarlarla buluşmak için oturup yiyip içmekten, filmlerden, felsefeden, falan filandan konuşup sohbet ettiğimiz kafelere gelirdi.
Sonra sabah olunca, Pollak Henri asker kıyafetlerini, haki gömleğini, haki pantolonunu, haki beresini, haki kravatını, haki ceketini, bej yağmurluğunu ve kahverengi ayakkabılarını giyer, pata pata giden (gidonları kromajlı) pırpırına biner, içi kan ağlayarak sevgili kitaplarını, kaldığı odasını, biz kafadarları ve sevdiceğini ve hatta memleketi Montparnasse’ı (memleketi, çünkü Montparnasse’ta doğmuştu) ardında bırakıp gerisingeri yola düşer; dört yüz yetmiş bir gündür yaptığı ve (sonra olacakları şimdiden açık etmeyelim, ama) daha da üç yüz yetmiş dokuz gün yapacağı o allahın belası askerlik hizmeti zırvalığının hepsi birbirine benzeyen günlerinden birini daha yaşamak üzere Yeni Vincennes Kışlası’na duhul ederdi.

Pollak Henri dudaklarını ısırıp üstüne bir çekidüzen verir, göğüs önde, çene yukarıda, üç renkli büyük bayrağın önünden, nöbetçi kulübesinin önünden, selam verdiği yüzbaşının önünden, selam verdiği teğmenin önünden, ağız dalaşı yaptıkları günden beri yolun öbür tarafına geçerek selam vermediği vekaleten-astsubay-üstçavuşun-vazifelerini-üstlenmiş-astsubay-çavuşun önünden, kendisine selam veren mangasındaki adamların, yiğit Karaşov’un, yiğit Falempain’in, (pis bir ırkçı olan) Van Ostrack’ın, sıcak bir teklifsizlikle Buzkıran lakabı takılmış küçük Laverrière’in önünden geçerdi. Mangasındaki adamlar onu çeşitli kuş sesleri çıkararak selamlardı, çünkü bayağı sevilen adamdı Pollak Henri.

Böylece askeri mesainin zorlu günü başlardı; tekmiller, içtimalar, yine içtimalar, yağı donuk ezik fasulye, ılık bira, bardak bardak kötü şarap, angaryalar, boş boş geçen zamanlar, biçem alıştırmaları, talimler, postalların ustaca darbeleriyle kelleşmiş çimenlerin üstüne yuvarlanan paslı konserve kutuları, sigaralar, izmaritler.

Ve güneş tanrısı Apollon bir türlü gökyüzünün zirvesine varmak bilmezdi. Saatler sanki balçıkla doldurulmuş bir kum saatinden akıyormuş gibi geçerdi (okuyucu kuşkusuz bu imgenin yavanlığını esefle kınayacaktır; yine de yerbilimsel uygunluğunu takdir etsin).

Onca beklenen saat on sekiz otuz gelip çatınca da, bizim kafadar Henri Pollak, tabi ki nöbete, yangın gözcülüğüne, izinsize ya da cezaya kalmamışsa, Karabinoviç’in, Falempain’in, pis ırkçı Van Ostrack’ın, (sıcak bir teklifsizlikle Buzkıran lakabı takılmış) küçük Laverrière’in gevşek ellerini sıkar, haki ceketinin sol cebine komutanlık tarafından gerektiği gibi mühürlenmiş evci çıkış kâğıdını tıkıştırır, pata pata giden (gidonları kromajlı) pırpırına atlar, nöbetçi komutana, nöbetçi subaya, nöbetçi astsubaya, nöbetçi çavuşa, nöbetçi onbaşıya ve (kibirsizliğiyle, klasıyla, belki biraz aksi görüntüsünün altında gizlediği yumuşakbaşlılığıyla) Henri Pollak epeyi tutulan biri olduğu için çeşitli hayvan sesleri çıkararak ona tezahürat yapan nöbetçi askerlere nizami selamlar verir ve aslanların suya indiği saatte, Minerva’nın kuşu gibi kanatlanıp uçarak, keskin gözlü atmacanın hızıyla sevdiceğinin, kaldığı odasının, biz kafadarlarının ve sevgili kitaplarının kendisini beklediği yere, dünyaya gözlerini açtığı Montparnasse’ına ulaşır, bir parmak şıklatma süresi içinde utanç verici bulduğu kıyafetinden sıyrılıverip üzerine bedenini ferah tutan bol bir kaşmir triko, bacaklarını kalıp gibi kavrayan bir cin, ayaklarına sıkı sıkıya oturan eski usul cilalanmış mokasenler geçirerek sivil olduğunu bas bas bağıran bir kılığa bürünür ve biz kafadarlarıyla buluşmaya, o zamanlar hepimiz biraz çatlak olduğumuz için Lukkaş, Elifor, Heygel ve bu ayarda başka ağır toplar üzerine sohbeti, fikirlerimiz kadar ileri saatlere dek sürdürdüğümüz hemen karşıdaki kafeye gelirdi.

Ahh! Ama yani, bir asker için bundan tatlı hayat olabilir miydi?

*İllüstrasyon: Elif Yıldız ✪